İskilipli Atıf Hoca,
Türk din adamı (d. 1875 / 1876 - ö. 1926)
Şapka Kanununa muhalefetten İstiklal Mahkemelerinde yargılanarak 4 Şubat 1926 tarihinde idam edildi. Hayatını anlatan bir film[1] çekilmiştir. Frenk Mukallitliği ve Şapka isimli bir eseri vardır. Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk yıllarının sembol yazarlarından Şevket Süreyya Aydemir, Suyu Arayan Adam kitabında kendisinden bahseder ve haksız yere öldürüldüğünü savunur.
Atıf efendi, Akkoyunlu aşiretinden ve İmamoğulları denilen aileden Mehmed Ali Ağa'nın oğlu olup, 1292 hicri (1875 / 1876 Miladi) senesinde Çorum’un İskilip kazasının Toyhane köyünde dünyaya gelmiştir.
Annesi Mekke-i Mükerreme'den göç etmiş Ben-i Hattap aşiretinden, Arap dedenin torunlarından Nazlı hanımdır. Altı aylıkken öksüz kalan Mehmed Atıf, dedesi Hasan Kethüda efendinin himayesinde yetişmiştir.
Tahsil hayatı
Büyük babası Hasan Kethüda efendinin himmetiyle (yardım, emek ve gayretiyle) evvela köy hocasından başladığı tahsiline 1891 yılından itibaren iki sene İskilip’te, müderris Hoca Abdullah efendi nezaretinde devam etmiştir. 1893 Nisan'ında, ailesinin karşı çıkmasına rağmen İstanbul’a geldi ve medrese tahsiline burada devam etti. Meşhur Çarşamba'lı hocanın rahle-i tedrisine (Bir âlimden alınan ders) oturdu. Medresede daha çok “İskilipli Mehmed” olarak anılırdı. 1902’de medrese eğitimini iyi derece ile bitirdi ve aynı yıl açılan Ruus imtihanına (bir nevi mesleki kariyer sınavı) girerek İstanbul müderrisliğini (Profesör) kazandı, ertesi sene Fatih Camii'nde ders vermeye başladı.
Bu arada Dar-ül Fünûnu (İstanbul Üniversitesi) İlahiyat Fakültesine girdi ve 1905’te buradan mezun olarak Kabataş Lisesi Arapça muallimliğine (öğretmenliğine) atandı.
Mehmed Atıf Efendi, Cumhuriyet döneminde olduğu gibi, Meşrutiyet (Bir hükümdarın başkanlığı altında millet meclisi ile idare edilen devlet sistemi) öncesi ve sonrasında da çeşitli garazkârların (Haset ve düşmanlık) yanlış tevil (yorum) ve nazarları (bakış açıları) yüzünden taşlanıp durdu. Ama o bunlara tevekkülle sabretti, fazilet yemişleri vermeyi sürdürdü.
Meşihat–ı İslamiye dairesinde (İslâmî işlerin ilmî meseleleri ile uğraşan devlet dairesi) bulunan ders-i âmların (Asistan) mağduriyetini giderme konusunda yaptığı çalışmalar üzerine devrin Şeyhülislam’ı tarafından Bodrum’a sürüldü. Üzerinde yoğunlaşan baskılar yüzünden Kırım’lı İbrahim Tali efendinin pasaportu ile gizlice Kırım’a geçti. Kırım’dan Varşova’ya kadar gitti.. Meşrutiyet’in ilanından bir hafta evvel İstanbul’a geri döndü.
1910’da medreselerin genel müfettişliğine getirildi. Bu sıralar Sebilürreşad, Beyan-ül Hak, Mahfel gibi dergilerde yazıları yayınlandı. Fazileti ve ilmi İstanbul’un her tarafına yayıldı, hattâ yurt dışına kadar taştı. Kosova, Plevne, Üsküp gibi yerlerden heyetlerin memleketlerinde yerleşmesi için yaptıkları ricaları, Kırım evkaf nazırlığı (vakıflar bakanlığı) tekliflerini nazikçe geri çevirdi.
Rivayete göre Japon büyükelçisi Uçida kendisini ziyaret ettiğinde, Atıf Hocaya şöyle söylemiş: “Sizin gibi birkaç hoca daha olsaydı, İslamiyet bütün Doğu'yu, bu arada Japonya’yı da fethederdi.”
Bilahare (daha sonra) Çorum’dan mebus (milletvekili) adayı oldu. 31 Mart olayında bir hafta tutuklu kaldı. Suçsuz olduğu tebeyyün edince (ortaya çıkınca) serbest bırakıldı. İttihatçıların entrikaları ile, Mahmud Şevket Paşa'nın öldürülmesi olayında dahli (katkısı) olduğu gerekçesi ile Sinop’a sürüldü. Çorum, Boğazlıyan ve Sungurlu'da yaklaşık 1,5 yıl sürgün hayatı yaşadı.
Sinop sürgününün canlı şahitlerinden emekli imam Cevdet Soydanses bey, Atıf hocayı şöyle anlatmakta: “Atıf hocayı ilk defa Sinop’ta gördüm. Küçük bir çocuktum henüz. İttihatçılar 600 kadar kişiyi Sinop’a sürmüştü. Aralarında babamla Atıf Hocanın da bulunduğu bu sürgünlerin mühim kısmı hoca idi, din adamıydı. Atıf Hoca çok efendi bir insandı. Sessiz, sedasız, ağzı çok iyi laf yapar, eli kalem tutardı. Bu sürgünden sonra İstanbul’a dönmüştü.”
Bahsi geçen iki hadisede de resmi makamlar, bir yanlışlığa kurban gittiğini, suçlu olmadığının anlaşıldığını ifade etmişlerdir.
1919 yılında Dar-ül Hilafet-i Âliye (Yüce Hilafet Merkezi) medresesi İbtida-i Dahil umum müdürlüğü ve Medreset-ül Kudat’ta (Hakimler okulu) Hikmet-i Teşriiyye (kanun yapma hikmetleri) dersi müderrisliğine getirildi. Bu yıllardan itibaren Atıf Hocanın şöhreti iyice arttı. 21 Ocak 1926 tarihli Ankara İstiklal Mahkemesi zabıtlarında Reis Kel Ali bu durumu şöyle ifade etmekte ve idam konusunda bize bir ipucu vermektedir: “Fatih'in en tanınmış bir hocasıdır.”
Cemiyet hizmetleri
Atıf efendi içine kapalı, toplumdan uzak, kitapları arasında ördüğü kozasında yaşayan bir insan değildi. Eserlerine baktığımızda da her birinin bir toplumsal yarayı tedaviye, bir hayır hizmetine matuf (yönelik) hazırlandığını görürüz. Mesela, geliri donanma cemiyetine bağışlanmak üzere kaleme aldığı “Nazar-ı Şeriatta Kuvve-i Berriye ve Bahriyenin Ehemmiyeti Ve Vücubu - Şeriata göre Deniz ve Kara kuvvetlerinin önemi ve gerekliliği” adlı eser o sıralar çok takdir toplamıştı.
19 Ocak 1919’da Mustafa Sabri, Bediüzzaman Molla Said Efendi, Ermenekli Saffet Efendi gibi arkadaşları ile beraber Müderrisler cemiyetini (profesörler derneği) kurdu ve ikinci başkanlığına getirildi. Bu cemiyet, müderrislerin haklarını korumak ve aralarında dayanışmayı sağlamak üzere kurulmuştu. Daha sonra cemiyet, aldığı bir karar gereği ismini Teali-i İslam’a (İslamı yüceltme) çevirdi ve halka açıldı. Mustafa Sabri beyin Şeyhülislam olması üzerine cemiyetin başkanlığına getirildi.
Tahir-ül Mevlevi bey Atıf Hocayla ilk tanışmasını şöyle anlatıyor:“Fatih ders-i âmlarından İskilip’li Mehmed Atıf efendi 1336 (1920) tarihlerinde İbtida-i Dahil Medresesi umum müdürlüğüne getirilmişti ki, ben de orada müderris bulunuyordum. İttihat hükümeti tarafından nefy (sürgün) edilmiş ve birkaç sene sürgünde kalmış olan Atıf Efendi'yi o vakte gelinceye kadar tanımıyordum. Kendisi ile vazife sebebiyle görüştüğümde “Cemiyet-i Müderrisin” adı ile teşkil eylemiş (kurmuş) olduğu cemiyete benim de dahil olmamı (katılmamı) teklif etti.”
İşgal günleri
Memleketin kara günleriydi... Payitahta (başkente) düşman çizmesi girmiş, vatan toprakları yüzyıllar sonra yeni bir haçlı işgaline maruz kalmıştı. Şairin dediği gibi “Felek bî rahm (acımasız), devran bî sükûn. Dert çok, derman yok, düşman kavi (kuvvetli), talih zebundu (acizdi)”
İzmir’in işgali üzerine Teali-i İslam Cemiyeti bir protesto beyannamesi neşretti.
1922 yılı Ramazan ayında Saray’daki Huzur derslerine muhatap olarak katıldı. Huzur dersleri Ramazan aylarında, Saray’da padişah huzurunda yapılan ve seçkin bazı alimlerle saray erkânının katıldığı ilmi sohbetlerdi. Huzurda doğrudan ders veren alimlere “mukarrrer”, ders veren hocalara soru tevcih eden (yönelten), ve kendisine soru sorulursa cevap veren hoca efendilere ise “muhatap” denirdi. Bu gelenek 1922 yılında son bulmuştu.
Fakat tam bu sıralar cereyan eden bir başka hadise, hocanın idam edilmesinde mühim bir amil (sebep) olmuştur. İstanbul hükûmeti Anadolu’daki Kuvva-i Milliye (milli kuvvetler) hareketine karşı halkın teveccühünü (yönelişini) kırmak için bir fetva yayınlamış, ama Anadolu ulemasının (alimlerinin) karşı fetvası bunu boşa çıkarmıştı. Bunun üzerine Şeyhülislam Mustafa Sabri efendinin marifetiyle Teali-i İslam Cemiyeti namına yazılmış ve bastırılmış bir beyanname zorla Teali-i İslam Cemiyeti idare heyetine imzalatılmaya çalışılmıştı. Ama Atıf Hoca ve Tahir-ül Mevlevi’nin şiddetle karşı koymaları üzerine de mühürsüz olarak Yunan uçaklarınca Anadolu’ya atıldı. Buna karşın, o zamanın Vakit Gazetesinde, Atıf Hoca tekzibname (yalanlama) yayınladıysa da, Ankara İstiklal Mahkemesi zabıtlarında okuduğumuza göre, bu beyanname Hocaefendi’ye karşı güdülen kinin mühim bir amili (sebebi) olarak zihinlerde kaldı[2].
Atıf Efendi, Cumhuriyetin ilk yıllarındaki yazılarında, Frenkleşme (batılılaşma) illetine (hastalığına) tutulmuş Cenab Şahabeddin, Ömer Rıza Doğrul, Süleyman Nazif gibi zatlarla çeşitli mevzularda kalem münakaşalarına girişti. Yazılarını ve eserlerini incelediğimizde onun Şark (doğu) ve Garb’da (batıda) yazılan eserlere vukufu (haberdar) rahatlıkla anlaşılmaktadır. Yalnız şunu da hatırlatalım ki, merhum hocamız bazen muhataplarına çok sert bir üslup kullanmıştır. Mesela meşhur İslam seyyahı ve alimi Abdürreşit İbrahim hakkındaki “Bir Müçtehid Taslağının Dalalet Ve İdlali (sapkınlığı ve azgınlığı)” adlı yazısında olduğu gibi…
O, Ehl-i sünnet vel cemaat düşüncesinin yılmaz bir müdafaacısı ve kalesi idi. Tabii bu özelliği, onun İbn-i Teymiyye’den alıntılar yapmasına engel teşkil etmiyordu. Ona göre güzel bir fikir kimden gelirse gelsin alınır ve sahip çıkılırdı.
Özelikle modernist düşüncelerin Osmanlı ülkesinin saçaklarını sardığı bir zamanda engin bilgisiyle bunlara karşı dimdik durdu. Şimdilerde memlekette cirit atan bir grup modernist, oryantalist (doğu bilimci) mütercimi, ilmilik yaparak meşhur olmak isteyen zavallılar o zaman da vardı. Ama karşılarında Atıf Hoca ve emsali çetin ceviz ulemayı bulmuşlardı. Beyan-ül Hak dergisinde bir yazısında Atıf Hoca bunlar hakkında şunları yazıyordu:
“Vakıa şimdiye kadar İslam dini aleyhinde hasımlar (düşmanlar) tarafından hücumlar olmuş ve bu konuda pek çok küfür ve hezeyanlar neşredilmiş ise de, ulema-i kiram hazeratı (saygın alimler), ilmi satvetleri (ezici ilmi güçleri) ile hepsini red ve iptal etmişlerdir. Son zamanda ise bir taraftan maddeciler, tabiatçılar, farmasonlar gibi İslam dininin en şiddetli düşmanları tarafından ilahi nurun mahvına çalışılıyor. Diğer taraftan İslamiyet kisvesi altında türlü türlü küfür, hezeyan ve fesatlıklarla İslam dininin yıkılmasına çalışılıyor.
Zamanımızdan ikinci zümreden olmak üzere bir takım müçtehid, istinbat (Bir mes'eleyi derin tetkik neticesinde kaynaklarından güçlükle anlamak.) melekesine malik imişler gibi içtihada yeltenmek ve hatta bütün Ehl-i sünnetçe Allah katında umum (bütün) Ümmet-i Muhammed’den efdaliyetleri (daha faziletli olmaları) müsellem (herkesçe kabul edilmiş) olan şeyhayn hazeratına (Ebubekir ve Ömer) dil uzatmak, dört imam gibi müçtehidin-i kiram (şerefli) ve fukaha-i izamı (Büyük hukuk alimleri) hatalı bulmak ve tahkir etmek (aşağılamak), esası bütün müçtehidlerce kabul olunan dini meseleleri inkâr etmek cüretinde bulunan dalalet ve idlal erbabının, Müslümanları zehirlemekte olduğu maalesef görülmektedir. Nitekim bunlardan evvel birisinin de hakkında nass varit olan (hakkında ayet ve hadis ile hüküm verilmiş) kurban meselesinde içtihad hülyasında bulunduğu malumdur.[3]”
1923 yılında yayınladığı “Tesettür-ü Şer’i” (dini örtünme) ve 1924’de neşrettiği “Din-i İslam’da Men-i Müskirat” (islamda içki yasağı) adlı eserleri ile “Atıf Efendi Kütüphanesi Neşriyatından” adıyla yeni bir serinin telifine başladı. Bu seriyi 10 sene içerisinde 50 kitaba ulaştırma azmindeydi. Üçüncü eser “Frenk Mukallitliği -batı taklitçiliği- ve Şapka”dır. Dikkat edilirse, üç eser de devrin idaresini rahatsız edecek cinstendir ve devam etmesine meydan verilmemiştir.
Eserlerinden seçmeler
“Ehl-i Sünnet vel cemaat mezhebi haktır. Bundan başka mezhepler hep batıldır. Doğru değildir. Ehl-i Sünnet vel cemaat itikadı, Cenab-ı Hak'kın Kur’an-ı Kerim ve Peygamberin (sav) hadis-i şerifleriyle beyan buyurdukları müstakim, doğru yol olup bu itikatta olanların itikatlarında bozukluk yoktur.”
Osmanlı devletinin kuruluş sıralarında fevkalade durumlarda sancak beyleri ve Ocak ağaları gibi milletin ileri gelenlerin görüşleri sorulur ve ona göre hareket olunurdu. Sonraları, meşveret adı ile, meclislerde işlerin müzakeresi yapılmaya başlandı. Fakat çoğunlukla hükûmetin satvetine mağlup olup, şeriatın tarifi şekliyle söz hürriyeti ve azarlayanın azarlamasından sakınmamak esaslarına dayanmadığından, hakkıyla fayda sağlanamadığı gibi, sultanların istibdatlarını ve onların keyfi muamelelerini de kaldıramamıştır.”
Zulüm üç kısımdır:
Allah Teala'ya karşı icra olunur: Küfür(İnkar), Şirk, Nifak, İsyan gibi…
Halka karşı icra edilir: Halkın canlarına, ırzlarına, mallarına ve sair haklarına tecavüz gibi…
Kendi şahsına karşı yapılır: “Bir şahsın, nefsi arzularına kapılarak dünya ve ahirette nefsi için zararlı hâl ve hareketlerde bulunması gibi…
Tesettür-ü Şer’i gibi dini hükümler, esasen süfli medeniyeti ve terakkiyat-ı sefihaneyi yıkmak ve men etmek üzere vaz olunduğundan onunla içtimaı gayr-i kabil ise de, medeniyet-i fazıla ve hakiki terakkilere hiçbir suretle mâni teşkil etmez. Çünkü medeniyet-i fazıla ulum, maarif, sanayi, ticaret ile hasıl olmuş olur. Halbuki tesettür-ü şer’i buna mani değildir.”
Atıf Efendi, Osmanlı medreselerinin gerileme sebeplerini bir yazısında şöyle sıralıyor:
Osmanlılar zamanında, ilim tahsili hususunda Seyyid Cürcani ve Sadeddin Taftezani mesleği, yani allamelik davasında bulunmak için her ilmi, her fenni öğrenmek ve bilmek usulü takip olunup, daha faydalı, daha semereli olan mütekaddimin ve eslaf mesleği yani ilmi şubelerinde birinde ihtisas kesbetmek usulünün terk olunması…
İlmin kaynakları mesabesinde bulunan eslafın eserlerini terk ve ihmal ederek müteahhirin ulemanın kısa ve muğlak kitaplarının medreseler programında kabulü ile maksatlarını anlamak için şer, haşiye, haşiyet’ül haşiye tedris olunarak talim ve terbiyede suubet(güçlük) gösterilmesi,
Ulum-u aliye (alet ilimleri denilen dilbilgisi dersleri) ve ibarelerin lafızlarının tahlilleri ile lüzumundan fazla vakit harcanıp, dini ilimler ve faydalı hakikatlere pek az iştigal olunması ve ilimlerin göğüslerde değil, satırlarda muhafazasına çalışılması,
İlmiye mensupları maişetçe darlığa düçar olup, ilmi şerefleri ile gayr-i mütenasip ve mezelleti mucip bir çeşit maişete sevk olunmaları ve bu vesile ile de talebelerin zekilerinin memuriyet ve makam arkasından koşarak ilmi araştırmalarla meşgul olmaktan mahrum olmaları,
İbn-i Kemal, Ebu Suud merhumlar ile bazı emsallerinden sonra riyaset ve idare-i ilmiyeyi ihraz ile ilmiyenin mukaderratını tedvir edenlerin ehliyetsiz ve ilmiye mesleğine ruh verecek kabiliyetten mahrum olmalarıdır.
Ashab-ı Kiram hazretleri de rızkını talep konusunda son derece gayret gösterip de kendi el emeklerini yemeye ehemmiyet verirlerdi. Bu cümleden olarak Aşere-i Mübeşşereden Zübeyir bin Avvam hazretleri, vefatında bin at, bin cariye geriye bırakmakla beraber, terk ettiği malların kıymeti büyük bir yekûn teşkil etmekteydi. Talha’nın Irak’ta mevcut olan emlak akarından beher gün bin altın, başka yerdeki mülklerden de pek çok irat hasıl olmaktaydı. Abdurrahman bin Afv hazretleri de bin at, bin deve, on bin koyuna sahip olduğu halde vefatlarında terekesinin dörtte biri 84.000 altına ulaşmıştı. Osman da servet sahibi idi. Hatta vefatlarında bir milyon dirhem ve bir milyonu mütecaviz dinar terk ettiği rivayet edilmektedir. Artık bu kadar izahtan anlaşılıyor ki, zahid asla malı olmayan kimse değil, belki bütün dünya malı kendisinin olsa bile, mal ile kalbi meşgul olmayan kimsedir. İşte bunun için İmam-ı Ali hazretleri buyurmuşlardır ki; “Bir kimse yeryüzünde bulunan bütün şeyleri alıp onlarla Allah’ın rızasını murad ederse, Cenab-ı Hak'tan yüz çevirmiş sayılmaz.”
Frenk mukallitliği ve şapka
Atıf Hoca 1924 yılında "Frenk mukallitliği ve Şapka" kitabını neşretti. Yani şapkaya dair kanunun kabulünden bir buçuk sene evvel. Tabii, diğer kitapları gibi neşretmeden önce onu da Maarif Vekâletine (Milli Eğitim teşkilatı) gönderdi, izin hatta takdir aldı.
Bu risale körü körüne Avrupa taklitçiliğini eleştiren bir eserdi. Atıf Efendi, 32 sayfalık bu eserinde; Avrupa’nın ilim ve fennini almanın caiz, hatta lüzumlu bulunup, ama bizde yapılanın ise daha çok şuursuz bir batı taklitçiliği olduğunu, kılık kıyafette onlara benzemenin aslında ruhtaki bir bozuluşa alamet veya onun bedene aksetmesine sebebiyet vereceğini, bunun ise müstakil (bağımsız) bir şahsiyet inşa eden İslam düşüncesine zıt düştüğünü, Resul-i Ekrem’in Ebu Davud gibi sünen kitaplarında geçen “Bir kavme benzemeye çalışan onlardandır.” hadis-i nebevisi ışığında izah etmeye çalışıyor ve şu hükmü veriyordu:
“Bir Müslüman şiar (simge) ve alamet-i küfür addolunan (sayılan) bir şeyi zaruretsiz giymek ve takınmak suretiyle gayr-i Müslimleri (müslüman olmayanları) taklit etmesi ve kendini onlara benzetmesi şer’an (dinen) memnûdur (yasaktır.)”
Hoca bu görüşünde yalnız da değildi. İşte Bediüzzaman’dan bir misal: “Sonra o zalim, dünyaca büyük makamlarda bulunan bedbahtlar dediler: "Sen, yirmi senedir bir tek defa takkemizi (şapka) başına koymadın. Eski ve yeni mahkemelerin huzurunda başını açmadın, eski kıyafetinle bulundun. Halbuki on yedi milyon bu kıyafete girdi."
Ben de dedim: “On yedi milyon değil, belki yedi milyon da değil, belki rızasıyla ve kalben kabulüyle ancak yedi bin Avrupa-perest (Avrupa hayranı) sarhoşların kıyafetlerine ruhsat-ı şer'iye (dini izin) ve cebr-i kanunî (kanun baskısıyla) cihetiyle girmektense, azîmet-i şer'iye ve takva (dine sıkı bağlanma ve duruş) cihetiyle, (yönüyle) yedi milyar zatların kıyafetlerine girmeyi tercih ederim.”
Atıf Efendi, kitabını neşrettikten sonra bu eser hakkında bir tenkit (eleştiri) kaleme alan Süleyman Nazif’e verdiği cevapta şöyle diyordu: “Risalede şapkaya dair olan bahisleri Fetava-i Hindiyye, Kadıhan, Bezzaziye, Muhit-i Burhani gibi muteber fıkıh (hukuk) kitaplarından ahz ile (almakla) tercüme ettim. Meselenin ruhuna kendiliğinden bir şey ilave etmedim.”
Bu arada şunu da belirtelim ki, Atıf Efendi meselesinde iki jurnalciden (ispiyoncu) bahsetmek doğru olacaktır;
Zeynelabidin; İsmi ile müsemma olmayan bu şahıs, medrese öğrencisiyken Atıf Efendiye haksız yere kin bağlamış bir ruh hastasıdır. Şapka inkılabı (devrimi) olunca çeşitli yerlere “Filan, şapka aleyhtarıdır” diye ihbarlarda bulunan bu zavallı, Atıf Efendi'nin asılmasında ve onca mazlumun zindanlarda sürünmesinde başlıca amillerden birisidir. Mesela, iğrenç bir hareketinden dolayı kendisini pataklayan ve medreseden kovan Nuruosmaniye Camii imamı Hafız Osman Efendi için; “Frenk Mukallitliği ve Şapka eserini Atıf efendi ile birlikte kaleme aldı” gibi iftiralarda bulunmuştur.
Süleyman Nazif: Bu edibimiz (edebiyatçı) de daha önce oruç ile alakalı bir meselede kaleminin Atıf efendi karşısında susması üzerine intikam için fırsat kollamış, Şapka risalesi yazılınca “Bir Hocaefendiye cevap” adıyla vukufsuzca (meseleye hakim olmadan) bir yazı yazmıştı. Atıf efendi’nin mukabil (karşı) yazısı ve cevabı üzerine daha sert karşılık vermiş ama bunu hocanın eli kolu bağlanıp, hapse gönderildiği sırada yayınlamıştır. Daha sonra da kendi iki makalesini maalesef -Atıf Hocanın verdiği cevabı araya koymadan- "İmana Tasallut" adıyla neşretmiştir.
Süleyman Nazif, adı geçen yazısında tehevvürle (Korkusuzlukla düşünmeden hareket etmek) ve hakaretvari davranmış ve selef ulemasına (İslam'ın ilk dönem alimleri) ağır ithamlarda bulunmuştu. İşte bazı misaller: “Fetva kitapları İslam’a ayak bağı olacak satırlarla dopdoludur.” “Ben bile bugün usulden hüküm çıkarmaya ilmim yeterli olsa, bin iki yüz senelik mezhebimin imamı olan Ebu Hanife’yi aradan hürmetle çıkartarak Peygamberim ve Allah'ımla yalnız kalacağım.” “Hicretin bin senesinden beri fıkıh ve fukaha (hukuk alimleri) bizde cehaleti çoğaltıp, istismar eden zararlı bir kuruluş ve bir sürü zararlı şahıslardır.”
Süleyman Nazif bu yazısında Atıf efendi için de “Dar düşünceli, cahil, Allah’ın haram etme yetkisini gasp eden” gibi seviyesiz ithamlarda bulunmuştu.
Atıf efendi, bu hücuma mükemmel bir cevap verdi. İşte bir paragrafı: “Fıkıh ilminde ihtisas sahiplerinden bulunan ve sözleri her vech (yönü) ile itimada şayan olan (güvenilen) muhterem zatların sözlerine mi Müslümanların itimad ve iman etmesi vacip olur, yoksa kendi itiraf ettiği vech ile, 20’den 45 yaşına kadar 25 sene şüphe vadisinde dolaşıp ve diğer bir makalesinde itiraf ettiği üzere, bu esnada bir çok kimseleri dalalete sürüklemiş (sapıklığa yöneltmiş) olan, on bir senelik bir Müslüman olduğu halde, benim bildiğim bir sene içinde iki defa, dini zaruretlere taarruz eden, (biri orucun mükellefiyetinin vücubunu inkar, diğeri İsa’yı tahkir ve tezyif etmiş olması) artık 25 sene dinsizlik, dalal ve idlal vadisinde yaşayan, on bir senelik İslamiyet zamanında da dini zaruretlere saldırmaktan geri durmayan Süleyman Nazif beyin Şapka hakkında vermiş olduğu hükümlere, fetvaları mı itimat etmeleri lazım geleceğine dair verilecek hükmü yine efkar-ı ammeye havale ederim.”
Bu konuda da sözü Tahir-ül Mevlevi’ye bırakalım: “Bir adam; dine, imana, peygambere hatta Allah’a karşı dil uzatabilir. Bu, onun vicdanına ait bir şeydir. Fakat dindar görünmemek şartıyla. Hem dindar, hem dine tecavüzkar görünmek ya daimi nifaktır (iki yüzlülük) , yahut gizlenemez bir deliliktir. Bana karşı Mevlana’yı takdis ettiğini söyleyen bir adamın, asrın en beliği gazel söyleyeni Muhyiddin Raif bey muvacehesinde (huzurunda) onun, (haşa) Hüsameddin ismindeki oğlana abayı yakmış bir kallaş olduğunu ağıza alması, zekasının taşkın ve derece-i lüzumu pek aşkın bulunduğuna delalet eder. Bu gibilere acınır ve Allah şifa versin denilir.
Lakin bir adamın en tehlikeli anında, sırf ilmi bir mübahesedeki (tartışmadaki) mağlubiyetin hıncını çıkarmak için onun aleyhinde ve müdafaa edemeyeceği bir surette jurnal vermeye (şikayete) kalkışmak ne dinde hoş görülür ne dinsizlikte.”
Şapka İnkılabı ve tepkiler
1 Kasım 1925’te kabul edilen şapka kanunu, Anadolu’da yer yer protestolara sebep olunca, hükümet demir yumruğunu kullanmaya karar verdi. Konya, Maraş, Giresun, Rize, Erzurum, Kayseri gibi şehirlerde halkın şapkaya direnmesi, buralarda gezici İstiklal Mahkemeleri'nin dolaşmasına sebep oldu. Bu mahkemeler sadece Erzurum’da 30 kadar idam hükmü verdi.
Bu arada şapka olaylarında etkili olduğu gerekçesi ile Frenk mukallitliği (taklitçiliği) ve şapka kitabı toplatıldı ve müellifi (yazarı) hakkında inceleme başlatıldı. Halbuki, müellif bu eseri Şapka Kanunundan evvel neşretmişti (yayınlamıştı). Kanunların ise geçmişe yönelik işlememesi bütün hukuk sistemlerinde en temel bir esastı ve bu bir güzel çiğnenecekti. Atıf Hocanın mazlumiyet, mağduriyet, mahkumiyet dakikaları artık gün sayıyordu...
Tevkifi
Ve nihayet beklenen oldu. 7 Aralık 1925’te tutuklandı. Ankara İstiklal Mahkemesi tarafından Giresun’a gönderildi. Buradaki mahkemede suçsuz olduğu anlaşılıp beraatine karar verilmesine rağmen, İstanbul’a getirildiğinde salınmadı. Çünkü asıl mesele Atıf Hoca'nın suçlu olup olmaması meselesi değildi. Suç olmasa bile icad edilecekti. Hani kurdun kuzuya “Suyu bulandırıyorsun” demesi hikayesi vardır ya... Necip Fazıl Kısakürek’ın de dediği gibi artık onu mahkum edebilmek için “Halis dindar olmak kabahati yüzünden asılacaksın” demekten başka çare yoktu.
İstanbul’a getirildiği zaman bitkin ve zayıflamış bir haldeydi. Tahir-ül Mevlevi anlatıyor: “Akşama doğru Atıf ve Nuruosmaniye imamı Hafız Osman efendilerin getirildiklerini ve müdüriyet dairesine götürüldüklerini yine pencereden gördük. Her ikisinde de yol hali olmak üzere yorgunluk ve zayıflık vardı.”
Maznunlar (sanıklar) tekrar yargılanmak üzere trenle Ankara’ya götürüldüler. Ankara’da hapishaneye sevk edilirken yanında bulunan Tahir-ül Mevlevi ile aralarında şöyle bir konuşma geçmiş: “Atıf efendi ile aynı otomobile tesadüf etmiştik. “Geçmiş olsun” dedim. “Evet, kefeni yırttık. Bereket versin ki, Muharrem (Giresun’da şapka olaylarının elebaşısı olduğu iddiası ile asılan şahıs) ile tanışmıyordum” cevabını verdi.
İstiklal Mahkemeleri
İstiklal Mahkemeleri yargılamaları bana Karakuşi mahkeme fıkrasını hatırlatır: “Bir hırsız Kadı Karakuş’a gelir ve hırsızlık için girdiği evin sahibini şikâyet eder: “Kadı Efendi, evin penceresi çürükmüş; kaçarken düştüm ve kolum kırıldı” der. Ev sahibi, “pencereyi ben yapmadım, marangoz yaptı” diyerek, işin içinden sıyrılır. Marangoz, “pencereyi takarken, gözüme falanca kadının elbisesi ilişmişti” der. Kadın, elbiseyi boyayanı suçlar. Boyacı herhangi bir mazeret bulamayınca, Karakuş boyacının idamına karar verir. Ne var ki, boyacının boyu idam sehpasından uzun olduğu için yerine daha kısa boylu bir boyacı bulunur ve hüküm infaz edilir.”
Sadece şu husus bile İstiklal Mahkemelerinin yargılamasının ne kadar gülünç olduğuna yeter; Ankara İstiklal Mahkemesi azalarından sadece Rize mebusu Ali bey ile, savcı Necip Ali bey hukuk öğrenimi görmüştü. Reis Kel Ali (Çetinkaya) ve diğer azalar Kılıç Ali ile Reşid Galip beyler asker kökenli idiler.
Zaten bunun çok da önemi yoktu. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu’nun “Milli Mücadele Anıları” adlı eserindeki İstiklal Mahkemeleri hakkındaki şu ifadesi çok şeyi açıklıyor: "Mübalağasız denilebilir ki, bunlardan her biri kendi başına bir Büyük Millet Meclisi, kendi başına birer diktatördü.”
Uğur Mumcu bu durumu sanki meşru gösterme gayreti içindedir: “Devrim bir şiddet olayıdır! Devrim, şiddet ile gelir… her devrim idam sehpalarıyla, giyotinlerle işe başlar; sonra evrim sürecine dönüşüp barışçı yöntemlerle gelişir. Hangi devrim kansız yapılmıştır? Hangi devrim toplumsal gerilimler yaşatmamıştır? Ve hangi devrim Cavit beyin haksız yere asılması gibi adaletsizliklere ve haksızlıklara yol açmamıştır?”
İstiklal Mahkemeleri zabıtlarını incelediğimizde mahkemelerin hiç de Prof. Ergün Aybars’ın İstiklal Mahkemeleri adlı kitabında anlattığı gibi pembe bir çizgide olmadığı görünecektir. Misal olarak, mahkeme heyetinin maznunlara hitap tarzına birkaç numune verelim:
“...İnkar filan edeyim deme! Temyizsiz (Yargıtaysız) , istinafsız (üst mahkemesiz) bir mahkeme karşısında bulunuyorsun. Ufak bir yalan söylersen okkanın altına gidersin.”
“Hocam ruhun karanlık.”
“Anlaşılıyor ki, İstiklal mahkemesi kanunlarına biraz daha şiddet lazım. Senin gibi muzır (zararlı) adamlara bir iki sual sorduktan sonra hemen hükmü vermeli.”
Mehmed Akif’in damadı aslen Mısır’lı Ömer Rıza Doğrul’a: “Ne olursan ol! Türk vatanında, Türk vatandaşları arasında yaşamaya hakkın yok. Sana daha açık söyleyeyim mi? Kendimizden başkasının bu toprakta oturmasını istemiyoruz.”
“Bu Gürcülüğü, Araplığı, Çerkezliği ruhunuzdan ne vakit çıkaracaksınız bilmiyorum ki? Türkiye’de doğar, Türkiye’de büyür, burada yer, içersiniz. Niye yok Gürcü'yüm, Çerkez'im bilmem neyim dersiniz?”
İşte mahkemeyi yürüten heyetin fikir seviyesi... Bize şairin dediği gibi şöyle dua etmekten başka bir şey kalmıyor: “Kalmasın Allah'ım dünyada bir hakikat nihan (gizli - sır).”
Makeme safahatı (safhaları)
Atıf efendi, mahkemenin beraat vereceğinden ümitlidir. Zira bir suç bulunamamaktadır. Mahkemeye getirildikleri bir gün kendisiyle görüşebilen dostu Tahir-ül Mevlevi, bu durumu şöyle anlatmaktadır. “Burada Atıf efendi ile bir parça konuşabildim. Teali-i İslam Cemiyeti'nin Anadolu’ya hiçbir beyanname göndermemiş olduğuna dair Vakit gazetesi ile yapılan ilanın para kesesinde gizlediği maktuasını (makbuzunu) mahkemeye gösterdiğini, beyanname cürmünden (suçundan) cemiyetin berî (uzak) olduğuna dair heyete kanaat geldiğini, şapka risalesini kanunun neşrinden bir buçuk sene evvel tab’ettirmiş (yayınlattırmış) olduğunu, ikinci defa basılmak şöyle dursun, ilk tabının tamamıyla satılmadığını ispat eylediğini haber verdi.
- "Sonunu nasıl görüyorsun?" diye sordum.
- "Cürüm bulunmadı ki ceza verilsin. Tabii beraat umuyorum" dedi. Birkaç gün münferit (hücre) koğuşuna konulmuşken oradan çıkarılıp 8. koğuşa getirilmiş olmasını da beraatine delil saydığını söyledi.
- "Benim için ne düşünüyorsun?" dedim.
- "Ben Şapka risalesini yazmışken beraat ümidini beslersem, sen onu hakk-ı sarihin (kurtarıcı) bilmelisin" cevabını verdi.
- "İnşallah öyle olur." mukabelesinde bulundum.
Hoca hakikaten kurtulacağımıza ümid veriyor, bizim mahkemeye verilişimizin vehimden ileri geldiğine, biraz da o vehmi İstanbul polis idaresinin körüklediğine kani bulunuyordu.”
Hocaefendi’nin bu ümidi maalesef doğru değildi. Mahkeme bir suç bulabilmek için adeta yırtınıyordu. İşte mahkemeden bir sahne:
Atıf Hoca:
- "Belgeyi arz ediyorum. Vakit Gazetesi'nin 1034. nüshasında tekzibnamem (tekzip - yalanlama) duruyor. Şimdi bu durup dururken, bendenize vesika (evrak) sormak bilmem nasıl olur?"
- "Sen bu tekzipnameyi (ancak) bir gizli maksat için yaparsın."
- "Ne maksadı beyefendi?"
- "Çünkü gördünüz ki, bunlar Yunan tayyareleriyle (uçak) atıldı ve aksi tesir yaptı. Anadolu halkı Milli mücadeleye daha fazla destek vermiştir. Siz de bu kötü durumdan kurtulmak için bunu yaptınız."
- "Eğer öyle olsa idi, onlarla beraber olurdum, cemiyete devam ederdim. Halbuki devam etmedim. Bu da bir delildir. Eğer bu düşünceniz akla gelebilirdi."
- "Sus! Bizi çileden çıkarma! Hürriyet ve İtilaftan ve Mustafa Sabri’den destek alarak bu cemiyeti kurduğun buradan belli oluyor. Sen hala onlardan ayrıyım diyorsun. Biz budala olmalıyız ki, bu sözlere inanalım. Bol bol atıyorsun. Çıkarın."
Mahkeme, Hocaefendi karşısında aciz kalmış bu da onları iyice asabileştirmiştir. İşte bir başka numune:
Atıf Hoca:
- "Beyefendi; bendeniz, zat-ı âlinize (size) resmî belge sundum ve Ferid Paşa hükümetine karşı kalemimle mücadele ettiğimi açıkça ispat ettim."
- "Ne ile ispat ettin? Sıkılmıyor musun, bunu nasıl söylüyorsun? Biz senin söylediğin sözlere inandık mı? İnanmak mecburiyetinde miyiz?"
Atıf Hoca:
- "Vakit Gazetesinin 1134. nüshasında ki tekzibi kim yazdı?"
- "Ben de sana cevap verdim, bunu din perdesi altında kötülüklerinize daha fazla devam etmek için yaptınız."
- "Beyefendi ben deli olmalıyım ki, kendi yaptığım işleri kendim yalanlayayım."
- "Cemiyet namına rol yapıyorsunuz. Sana sorarım. Tüzüğünüzde vatan müdafaasına, mücadeleye dair ufak bir madde, bir fıkra göster."
- "Beyefendi bu bir hayır cemiyetidir."
- "Sus, sus; bir parça utan! Saçın, sakalın ağarmış, utanmak nedir zerre kadar bilmiyorsun."
Mahkemeye dair bazı hatıralar da şöyle; O sıralar adi bir suçtan Ankara İstiklal Mahkemesi'ne verilen bir zat bir mahkeme arasında şahit olduğu manzarayı şöyle anlatıyor: “Atıf hocayı getirdiler. Kılıç Ali, Kel Ali ve Necip Ali ayağa kalktılar. Ellerinde şapkaları da var. Atıf Hocaya: “Hocam, bunu giymekte bir beis yoktur deyiver.” dediler. Fakat Atıf hoca: “Hayır” dedi.
Bolu’lu Nizamettin Saraç bey anlatıyor: “Zannedersem 1926 veya 1927 seneleriydi. O sıralarda vazifem icabı Ankara’da bulunuyordum. Genç olmama rağmen İstiklal Mahkemeleri'ni takip için verilen vesikalardan birini elde etmiştim. Bununla imkân buldukça celseleri (duruşmaları) takip ediyordum. Bir tesadüf eseri olarak Atıf Hocanın muhakemesinde de bulundum. Muhakemeyi, reis sıfatıyla Kel Ali adıyla maruf Ali Çetinkaya yürütüyordu. Büyük bir hışımla hocaya dönerek: “Sen şapka aleyhinde bulunmuşsun!” dedi.
Hoca, sakin ve vakur (ağırbaşlı) bir tavırla: “Evet efendim. Şapka kanunu çıkmadan iki sene önce, şapkanın bir Müslüman kisvesi (giysisi) olmadığına dair bir risale yazmıştım.” dedi. Kel Ali: “Şimdi ne yapıyorsun?” diye sordu. Hoca: “Kanunlara itaat ediyorum.” cevabını verdi. Bunun üzerine Kel Ali hiddetle bağırarak: “Sen bilmiyor musun ki şapka da bezdir, fes de bezdir?” deyince hoca sükûnetle: “Evet biliyorum, ancak hey’et-i hakimin (hakim heyetinin) arkasındaki bayrak da bezdir, lütfen o bezi kaldırınız da yerine bir İngiliz bayrağı asınız.” karşılığını verdi. Kel Ali hiddetlenmişti. “Ne diyorsun?” diye bağırdı. Hoca: “Şapka bir alamettir; âdet ile alamet arasındaki farkı düşünerek o risaleyi yazmıştım.” dedi. Bunun üzerine celse tatil olundu ve savunmasını yapmak için mahkeme bir gün sonrasına ertelendi.”
Ve nihayet 2 Şubat 1926 günü, mahkemede müdde-i umumi (savcı) Necip Ali bey iddianamesini ve ceza taleplerini okudu. Tek idam isteği, Babaeski müftüsü Ali Rıza efendi hakkındaydı. Atıf efendi, 10 senelik sürgün (kürek) cezası istenen mazlumlar arasındaydı. Normalde, mahkemelerdeki bir anane olarak, hakimler savcının isteğinden fazla ceza vermezler; ya aynını ya da daha azını verirlerdi. Burada da durum öyle olacağını gösteriyordu. Ama bu hüküm, ertesi gün, ne hikmetse, Atıf efendi hakkında değiştirilecekti.
Mahkeme son müdafaaları dinlemek ve hükmünü vermek üzere ertesi güne tehir olundu (ertelendi).
Atıf Hoca’nın rüyası
Türkiye’de bir çok konuda olduğu gibi, İskilipli Atıf hocayı da ilk defa maşeri vicdanda (kamuoyu) seslendiren o enfes üslubuyla merhum Necip Fazıl Kısakürek oldu. Çoğumuz Atıf hocayı, onun “Son Devrin Din Mazlumları” adlı eserinden tanıdı. Kendisine bir kere daha Rahmet diliyoruz. Tabii, Üstad, zaman ve şartlar gereği, bir çok meselede olduğu gibi bu konuda da derin araştırma imkânını bulamadı. Daha çok kulaktan duydukları ile yetindi. Bu kitabını eleştirel bir gözle takip edenler bana hak vereceklerdir. Bir küçük misal vermek gerekirse; Din Mazlumları'nda, Atıf Hocanın 1926 yılının bir sonbaharında evinden alındığı yazılıdır. Halbuki Atıf efendinin idamı zaten 4 Şubat 1926’dır.
Necip Fazıl’ın naklettiği bir hadise de; Atıf efendi’nin mahkemeden bir gün evvel müdafaasını yazarken, birden dalıp rüyasında Muhammed’ı görmesi, Kâinatın Fahri'nin (ASM)(Alemin övüncü) : “Yanıma gelmek dururken ne diye müdafaa karalamakla meşgul oluyorsun?” buyurması üzerine, yazdığı müdafaasını yırtması hadisesidir.
Rüya gördüğünü iddia edenlerin gösterdiği deliller:
Bu hadisede Atıf efendinin yanında olduğu iddia edilen Tahir-ül Mevlevi, Ankara’da hiçbir zaman Atıf hoca ile aynı koğuşu paylaşmadı.
Atıf efendinin böyle bir rüya gördüğüne dair Tahir-ül Mevlevi’nin hatıratında hiçbir şey yok.
Tahir-ül Mevlevi’nin de belirttiği gibi, Atıf efendi uzunca bir müdafaa yazmış ve bu, mahkemede okunmuştur. Aşağıdaki kısımda bunu görebileceksiniz. Aslında, son gün müdafaa yapmayan müftü Ali Rıza efendidir[4].
Mahkemenin son günü
Tahir-ül Mevlevi, Atıf Hocanın mahkemede son gününü şöyle anlatıyordu: “Atıf efendi metin görünüyordu. Suud beyin söylediğine göre gece sabaha kadar oturmuş, 8-10 tane eser-i cedid (Eskiden imâl edilen kâğıt cinslerinden birinin adı) kağıdını doldurmak suretiyle bir müdafaanâme (savunma) yazmıştı. Yazılmışını görmediğim ve mealini (anlamını) öğrenemediğim o müdafaanâmenin kıraati (okunması) epeyce uzun sürmüştü ki, o mahkemede okunurken, biz merdiven altında bekliyor, mahpesimizin (hapsedilen yer) kapısı kapalı olduğu için de okunan şeyi işitemiyorduk. Ali Rıza efendi müdafaanâme yazmamış, verilecek hükme razı olduğunu söylemiş. Atıf efendi müdafaanâmesini bizzat okumuş ve hitamında (bitişinde) Reis beye tevdi etmiş (vermişti).”
Muhakemeyi takip eden yazar Şevket Süreyya Aydemir mahkeme zulmüne olan tanıklığını şöyle anlatıyor: “Hükümlüler arasında sarıklı bir müderris göze çarpıyordu. Müderrisin başında fes ve sarık vardı. Cübbesi ve kıyafeti temizdi. Suçu, o sıralar yayınlanan şapka kanununa muhalefet etmekti. Fakat bu suç, bir takım ithamlarla da karışınca mahkemeden en ağır hükmü yemişti. Artık son saatlerini yaşıyordu. Hocanın yüzü sakindi. Metanetini muhafaza ediyordu. Yalnız dudakları kımıldıyor ve galiba bir dua okuyordu. Fakat eskiden kalpaklı ve şimdi hasır şapkalı zat, bu hükümle de kanmamış gibiydi. Bağırıyor, çağırıyordu. Acaba Hoca’yı bir tekmeyle merdivenlerden aşağıya yuvarlayacak mı diye bekledim. Fakat olmadı. Müderris, bu sözler üzerine kendisine değilmiş gibi bekledi. Sonra sağanak geçince yürüdü. Muhafızların arasında merdivenlerden indi. Önümüzden geçerken gene dudakları kımıldıyordu.”
İdamı
4 Şubat 1926 Perşembe ... Sabahın ilk saatleri... Eski meclis binası yakınlarındaki Karaoğlan Çarşısı... Metin bir şekilde, dilinde dualarla idam sehpasına gelen Atıf efendi, kelime-i şehadetle, bu dünya defterinin kapısını kapıyor ve “yevme tüble’s serair” (bütün sırların açığa çıkacağı gün) olarak Kur’an’da bildirilen dar-ı ahiretin özel bir bekleme salonu olan şehadet kapısını çalıyordu. Allah Rahmet eylesin. (Amin)...
Ali Tahmilci bey, Hocaefendi ile aynı cezaevinde yatan amcası Hasan Tahmilci beyin anlattıklarını şöyle naklediyor: “Mahkemeler bitmiş, kararlar verilmiş, her şey belli olmuştur. Hücrelerine çekilen hükümlüler, infaz anını bekliyorlar. Sırası gelenlerin kimisi kapıyı şaşırır, bacakları titrer, yürümekte güçlük çekermiş. Derken, sıra merhuma gelmiş. “İskilipli Mehmed Atıf” diye bağırmış bir görevli. Hoca, metin ve mütevekkil... Ağır adımlarla, vakar içinde, dualar mırıldanarak yürümüş sehpaya.”
O gece, hanımının gördüğü rüya şöyledir: “Bahçemizde, kızı ile birlikte dikmiş olduğu çam ağacının dibinde hoca abdest almakla meşguldü. Kızı Melahat ona su döküyordu. Abdestini aldıktan sonra doğrulan hoca bize; “Ben artık gidiyorum. Sakın ağlamayın. Yalnız bana yedi Yasin okuyun” diyordu…
Nuri Saraç bey, Atıf efendinin mübarek nâşını, idamının ertesi günü görenlerden: “Garip bir tesadüf ki, Hocanın muhakemesinin bittiği günün ertesi günü, onu asılmış vaziyette, eski Meclis’in avlusunda, iri yarı gövdeleriyle ve normal ebattan daha uzun bir darağacında sallandığına şahit oldum. Tesadüfen oradan geçiyordum. Hoca pırıl pırıl parlayan sakallı ve nurani yüzüyle, sanki hiçbir şey yokmuş gibi sallanıyordu.”
Onu İdam sehpasında görenlerden biri de, yakın arkadaşı Tahir ül Mevlevi’dir. Mahkemeden beraat alan Tahir bey, o gün Ankara’da kaldığı otelde, geceyi üzüntü ile geçirir ve sabah namazı sonrası dışarı çıktığında eski Meclis binasının önüne gelince, ciğer parçalayan manzaraya o da şahit olur. Gerisini kendi kaleminden takip edelim:
“Birdenbire gözüme ilişen bir manzara, beni olduğum yere mıhladı. Evet, eski Meclis önündeki meydanın ortasına iki tane sehpa dikilmiş, onların arasına da beyazlar giydirilmiş iki vücut çekilmişti. Yüzleri diğer tarafa müteveccih olan (yönelmiş) bu cesetlerden birinin Atıf efendi olduğu, boyunun uzunluğundan ve hâlâ görünen metin vaziyetinden anlaşılıyor; o refi (yüksek) vaziyetiyle merhum, hayatındaki halinden yüksek görünüyordu. Bilâ ihtiyar (elinde olmadan) gözlerimden yaşlar akarken dudaklarımdan da meşhur bir mersiyenin matlaı (taziye konulu kaside beyti) olan:
“Uluvvün fi’l hayati ve fi’l memat / Le-hakkun ente ikdü’l mucizat” (Sen hayatta da, ölümünde de yücesin. Gerçekten sen mucizelerden birisin) beyti döküldü.”
Cevdet Soydanses bey de şunları ifade etmekte; “Atıf hocaya İttihatçılar da düşmandı. Sanırım idamında İttihatçıların bu eski kininin rolü de olmuştur. İdam edileceği sırada başında sarığı varmış. Kılıç Ali de orada... Kılıç Ali, ağır bir söz sarf etmiş ve “Alın şu herifin başından sarığı” demiş. “Son sözün ne?” diye sorduklarında, sadece “kelime-i şehadet” getirmiş... Atıf hocayı astıklarında kimsenin sesi çıkmadı. Diyanet işlerinde çok yakın arkadaşları vardı. Onlar da sustu. Kimse konuşamadı.”
Nasıl konuşacaklardı ki?... Bu, ölümü göze alabilmek demekti. Ama o günden beri müminlerin vicdanında bir sızı olarak kaldı Atıf efendi. Onu her anışımızda içimiz burkuldu, gözlerimiz doldu... Ona bu muameleyi reva görenleri Rabbimize havale ettik...
A. Hamdi Ertekin bey anlatıyor: “Ömer Yüce’nin merhum babası, Atıf hocanın yanında okumuştu. Bir gün Ömer efendiye babasının, Atıf hocanın idamıyla ilgili kendisine anlattığı bir şeylerin olup olmadığını sorduğumda şu cevabı vermişti: “O konu açıldığı zaman babamı bir ağlama tutar ve konuşamazdı.”
Bediüzzaman hazretlerinin talebelerinden Mustafa Sungur da 1 Haziran 2003’te kendisini ziyaretimizde şu hatırayı anlatmıştı: “Büyük Doğu’da neşredilen, İskilipli Atıf hoca’nın başına gelenleri anlatan yazıyı Üstad’a okuyordum. Bir ara baktım, Üstad gözlerini siliyordu.”
Son olarak, Atıf efendinin ders arkadaşı Şeyh Ali Haydar efendinin bir sözünü nakledelim. Emin Saraç Hoca şöyle diyor: "Ali Haydar efendi, Atıf efendi ile birlikte 6 ay Ankara'da hapiste kalmış. Ne sıkıntılar çekildiğini anlatır, bir taraftan da elini dizine vurarak; "Atıf efendi kardeşimiz kazandı" derdi.
Bu arada bir şeyi de hatırlatalım; Mahkeme zabıtlarını okuduğumuzda, bazı kimselerin, Atıf hocadan berî olduklarını, tasvip etmediklerini “Bu adam bütün tarikatlara karşıdır, ben ise Halidi Tarikatı'ndanım” demeleri gibi ifadelerini okuyup, o zatlar hakkında suizanna düşmeyelim... O şartları göz önüne getirelim... Hocaefendinin en yakın arkadaşlarından Tahir-ül Mevlevi bile, beraatı sonrası, Kılıç Ali beyle görüştüğünde, Ali beyin; "Tahir Bey! Atıf Hocanın idamı hakkında ne dersin?" demesi üzerine, "Ne diyeyim efendim. Cürmü varmış ki, cezasını gördü." deme zorunda kalmıştır.
İdam sonrası ailesi
Acaba Hocaefendinin şehadetinden sonra ailesi ne oldu? Atıf Efendi'nin yeğenlerinden Bahaddin İmal bey bu konuda şunları anlatıyor: “Tarihini pek hatırlamıyorum. Hatırımda kaldığı kadarıyla, Zahide hanımla, (eşi) Melahat hala (kızı), dayımın idamından sonra İstanbul’dan buraya (İskilip) geldiler. Köyde az bir müddet kaldılar. Burada kaldıkları müddet zarfında Zahide hanım köydeki hanımlara Kur’an okuttu. Yanlarında Zahide hanımın kız kardeşinin oğlu da vardı, Semih adında. Köydeki şartlara intibak edemediklerinden tekrar İstanbul’a döndüler. İstanbul’da ne kadar kaldıklarını tam bilemiyorum. Fakat 1960’lara doğru tekrar köye döndüler. Zahide hanım bu gelişlerinde “Kızım, ben bir daha İstanbul’a dönemeyeceğim. Kendin için ise kararını kendin ver” demiş.
“Kelebekler Sonsuza Uçar” adlı filmde de gördüğümüz gibi, Melahat hanım da İskilip’te kalmış. 1989-1990’larda 75-80 yaşlarında olan Melahat hanım, babasının, bir gece karanlık ruhlu adamlar tarafından evinden götürülmesi ile akli dengesinde hep gelgitler yaşamış. “Bu halim doğuştan değil. Polislerin babamı gözlerimin önünde evden alıp götürmeleri bende büyük bir korku meydana getirdi. Onu bir daha hiç görememem ise, beni yalnızlığa mahkum etti. Bu hâl, yaşadıklarımın eseri.” demiş Bahaddin İmal beye...
Araştırmacı-yazar Hüseyin Yılmaz bey bütün ısrarlarına rağmen görüşememiş bu dertli hanımla. “Babam ölmedi, yaşıyor; gidin kendisi ile görüşün.” diyormuş Melahat hanım... İnşallah şimdi, dünyada tadamadıkları rahatı yaşıyorlardır Atıf hoca ve ailesi...
Atıf hocaya uygulanan zulüm, akrabalarına da teşmil edilmiştir (yaygınlaştırılmış). Eskişehir’de Üstad Bediüzzaman hazretlerini evinde misafir eden ve el’an (şimdi) hayatta olan bir zat; bir sohbetimizde, 1950’li yıllarda Eskişehir’de İskilipli Atıf efendinin bir yakını ile tanıştığını anlatmıştı. Abdülmecit efendi isimli bu zatın tırnaklarının hiçbiri yokmuş. Sebebi mi?... Atıf Hoca hakkındaki soruşturma sırasında kaybetmiş hepsini...
Mezarı nerede?
Bu mesele de maalesef dramın bir başka parçası... Eskiden beri Atıf hocanın mezarı nerededir diye düşünürdüm. Meğer belli değilmiş... Emekli astsubay Hasan Sureykan şunları söylüyor bu konuda: “Merhumun mezarını araştıracak oldum. Fakat bulmak ne mümkün? Dikimevinden Mamak’a giderken yaklaşık bir kilometre ilerde, sağ tarafta askeri bir mezarlık var. Bu mezarlığın karşısında şimdi bir park var; bir zamanlar mezarlıktı. Merhum Atıf Hocanın mezarı da bu mezarlıkta idi. Buradaki kabirler, 1954 senesinde, yakınları tarafından Gülveren’de yapılan Asri mezarlığa nakledilmişler. Atıf hocanın yakınları sahip çıkmamışlar. Bu durumda mezarın bu parkta kaldığını ve park çalışmalarıyla ortadan kalktığını sanıyorum.”
Tesellimiz Mevlana’nın şu sözlerindedir: “Biz öldükten sonra kabrimizi arama. Bizim mezarımız Ariflerin gönüllerindedir.”
Eserleri
Mirat-ül İslam
İslam Yolu
İslam Çığırı
Din-i İslam’da Men-i Müskirat
Nazar-ı Şeriatta Kuvve-i Berriye ve Bahriyye
Tesettür-ü Şer’i
Muayenet üt Talebe
Medeniyyet-i Şeriyye
Frenk Mukallitliği ve Şapka
Referanslar
^ İskilipli Atıf Hoca / Kelebekler Sonsuza Uçar
^ Geniş bilgi için Tahir-ül Mevlevi’nin hatıralarının 73 ila 81. sayfalarına bakılabilir.
^ Hatırlanacağı gibi günümüz Türkiye’sinde de sözüm ona bir profesör böyle bir iddiayı önümüze sunmuştu; "Tavuktan kurban olabilir" diye…
^ Bak: Ankara İstiklal Mahkemesi Zabıtları, s.280-281)
Kaynaklar
Son Devrin Osmanlı uleması- Cilt:3- Sadık Albayrak- Milli Gazete yayınları- İst-1980
İslam Ansiklopedisi- Cilt-22- İfav yayınları
İnkılap Kurbanları- Hüseyin Yılmaz- Timaş yayınları- İst-1991
Türk Basınında Mustafa Kemal Atatürk- Gazeteciler Cemiyeti yayınları-İst:1981
Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi-Cilt:2- İsmail Kara- Risale yayınları- İst:1986
Sahabeden Günümüze Allah Dostları-10. cilt- Şule yayınları-
Son Devrin Din Mazlumları- Necip Fazıl Kısakürek- Büyük Doğu yayınları-İst-2000
Ankara İstiklal Mahkemesi Zabıtları(1926)- Hazırlayan: Ahmed Nedim- İşaretyayınları- İst:1993
Matbuat Alemindeki Hayatım Ve İstiklal Mahkemeleri-Tahir-ül Mevlevi-Nehir yayınları- İst-1991
Altınoluk Dergisi- Nisan 1988-Sayı:26 (Emin Saraç’la Röportaj)
Fasıldan Fasıla-1-M. Fethullah Gülen- Nil yayınları
Şualar- Bediüzzaman Said Nursi-(12. Şua)- Envar Neşriyat- İst:1995
Gazi Paşa’ya Suikast- Uğur Mumcu-Tekin Yayınevi-İst-1993
İ.Atıf Hoca Niçin İdam edildi?-Alem yayıncılık-
Yakın Tarih ansiklopedisi-5. cilt-Akit Gazetesi neşriyatı
Kaynak-Vikipedi, özgür ansiklopedi